şimdi hepsini anlatamayacağım şehir savaşları..

.

tırmalıyorduk.. huzursuz olmamız aslında gizli örgütlerin bile bizi önemsememesiydi diyebiliriz. sonuçta sayıca az olduğumuz bir savaşı psikolojik olarak kazanmaya çalışıyor, her seferinde de başarısız oluyorduk. içimizden bazıları bunu yenilgi olarak adlediyor, kimisi ise bu kadar çabanın karşılığında yenilmenin de kabul edilebilir olduğunu söylüyordu. kime inanacağımız ya da kimin fikrinin geçerlilik kazanacağı konusunda belirli dayatmalar yaşasak da birbirimiz için, son ayakta kalanın fikri her zaman olduğu gibi kabul görecekti. viyana'da buna benzer olaylar tarihin çeşitli evrelerinde meydana gelmiş zaten. gelen, gören ve seven bir çok insan bu şehri daha önce gittikleri şehirlerle kıyaslarken fikir ayrılığına düşmüştü. fiziksel şiddete kadar giden bu durum, sonuçta yine viyana'nın galibiyetiyle sonuçlanmıştı..


ta ki biz sokaklarında gezmeye başlayana kadar..

burada tekrar es verelim. çoğu şehrin kendine göre dokusu olduğu fikrinin artık geçerli olmadığına inanıyoruz. bunu ulu orta, özellikle avrupa için söylemekten de kaçınmıyoruz. daha önce de yazdım burada; uzak coğrafyaların, en uzak coğrafyaların peşinde koşmalıyız artık. onların dokusu, başka ülkeleri geçtik kendi içlerinde bile farklı. gittiğiniz her kasabasında, her şehrinde bile farklı hatta. hal böyle olunca kimse çıkıp da sınırı arasında 45km olan iki ülkenin kendine has dokusu olmasından bahsetmesin. 


"biz sanat için debeleniyoruz.." mottosu bu olan insanlardık sonuçta. girdiğimiz sokakların tarihinden bahsederken içimizdeki empresyonistler kadar cesur değildik. her seferinde buna ve buna benzer serzenişlere karşı gardımızı almıştık ama yine de şehrin sanata olan dayanışı karşısında argümanımız elimizdeki kalan broşürlerdi. böylesi stresli durumlar için hazırlıklı değildik hiçbirimiz. kaygılarımız, herhengi bir aktiviteden aldığımız hazzın üçte biri kadar bile etmezken bunu nasıl başarabilirdik ki! 





sonra, yüzümüzün güldüğü bütün anların kahve içtiğimiz o kısacık zamanlar olduğunu farkettik. soğuk olduğundan değil de, sanki gizlenecek küçük kuytular arıyorduk benliğimize. yanında gelen zencefilli kurabiyeleri belki sevmemiştik ama bize bıraktığı doygunluk hissi bi' nebze de olsa mutlu etmişti. siparişi verdiğim barmenlerin neden çay istediğime şaşırmalarına aşinaydım. çünkü ben bira içen bir insandım ve onlar da bunun farkındaydı. yüzümden anlamışlardı köpüklü ve draft sıvıları sevdiğimi. çay, belki hava koşulları gereği güzel gelse de ortamın adamı değildi sanki. bardakları çalınası olabilirdi tamam ama bütün hepsi bu olmamalıydı.


içinde fotoğraf çektirilen yan tarafı perdeli makineler vardı bir de. bütün mahareti siyah-beyaz fotoğraf çekmek olan bu makinelere yeni soluklar getirmiştik bütün evrende. kimsenin akıl edemediği şekillere giriyor, bunları da iki kopya halince 2€'ya sahip oluyorduk. sonrasında da bunlara bakıp ne kadar güzel hatıralamız var bizim diye kıyak geçiyorduk kendimize. bazılarında çirkin çıkıyorduk, bazılarında şirin. ama hiçbirinde viyana'nın o sanatsal ruhunu değiştirmiyorduk. sonuçta hepimizin sanatsal geçmişleri vardı. mesela ben ahşap bir spatula ile dünyayı kurtarıyordum boş vakitlerimde. senfoni orkestralında baş klaksoncusuydum hatta. şefin her hareketinde kendimi nota kaçıran bir müzisyen gibi hissediyordum. işte viyana bana bunu layık görüyordu.. 


viyana'ya kırgındık sanki biraz. bize ilgisi sanki başka alanlardaydı. ama şehrin hangi köşesinde bizi kıstırsa; "daha hiçbi' şey görmediniz siz!" der gibiydi. mecburen biz de beklemeye başladık..



..week 8 is over!

0 fikre tercüman olmuş:

Yorum Gönder

hani duşa girersin de su ısınana kadar geçen süre içinde yaşadığın üşüme vardır ya?

hahh işte o anlarda aklına takılan bir yorum olsun..